22 Mart 2014 Cumartesi

Sembolizm

Moreau-Orpheu
1860-1870 yılları arasında gelişen bu akım aslında edebi ve entelektüel bir harekettir ve resimde sembolizm de bunun görsel alandaki yansımasıdır. Ressamlar ve edebiyatçılar arasındaki ilişki bu dönemde her zamankinden daha yakındır. Çağın giderek artan maddeciliğine tepki gösteren bu sanatçılara göre gerçek sadece fiziksel alanla sınırlanmayıp düşünceyi de içerir. Sembolizmi fiziksel varlıklarda gizli olan gizemli anlamların arayışı olarak da tanımlayabiliriz. Düşünceleri belirsiz ama güçlü simgelerle ima etmeye çalışmıştır. Bu akım dini mistisizmi primitif olana duyulan ilgiyle birleştirmiştir. Sembolist estetik; din, düşsel, fantastik ve gerçek dışı, büyü ve Batınilik, uyku ve ölüm gibi o zamana kadar az değinilmiş alanlara eğilmiştir. Gerek realizm gerek empresyonizm hayal gücüne önem vermiyordu. Onlar için esas olan gerçeğin betimlenmesidir. Sembolizm ise tam tersine maddeye değil de tinsel olana önem vermiş, algıyı ve hayali olanı öne çıkarmıştır. Goya, William Blake bu sanatın öncüleridir. Ferdinand Hodler, Gustave Klimt bu akımın başlıca temsilcileri olmuşlardır. Sembolist sanatın öncülerinden sayılan Gustave Moreau romantizm ve sembolizm arasında bir bağ oluşturur. 20 yaşında güzel sanatlar okuluna giren sanatçının ilk dönem yapıtlarında Delacroix'nin etkileri vardır. Ana kuralı şöyle özetler; "Sanatta hiçbir şey bizdeki iradeyle yaratılmaz. Tüm sanat kendini bilinçaltına bırakmanın, teslim etmenin bir sonucudur. Güzelliğe ancak düşüncenin üstünlüğü ile ulaşılır". Moreau ilk kez 1864 Salon'una yolladığı "Oedipus ve Sfenks" adlı tablosu ile adını duyurur. Bu tablo onun sembolist sanatının başlangıcıdır. En çok üzerinde durduğu konular karşı cinslerin çatışması, yaşam ve ölüm bilinmezi, iyi ve kötünün anlamıdır. Moreau 1865 yılında yaptığı "Orpheus" adlı tablosunda Trakyalı kadınlar tarafından aşklarını reddettiği için parçalanan Orpheus'un öyküsünü anlatır. Kadınlar Orpheus'un hala şarkı söyleyen başını ve lirini bir ırmağa atmışlardır. Orpheus efsanesi, yapıtları ya da düşünceleri yüzünden ölümsüzlüğe ulaşan sanatçıyı temsil eder. Moreau'dan sonra Fransa'daki en önde gelen sembolist sanatçı Odilon Redon'dur. Bordeaux'da doğan sanatçı meslek yaşamının ilk 20 yılında sırf kömür kalemle ve siyah-beyaz'ın egemen olduğu taş baskı tekniği ile çalışmıştır. Bu çalışmalarda insan yüzlü çiçekler, gülen örümcekler gibi garip figürleri görülür. 1890' lardan başlayarak renge dönen Redon yağlı boya ve pastel yüzlerce resim yapmıştır.
20. yüzyılın ilk yarısında unutulmuş olan sembolizm 1920'lerde Andre Breton ve sürrealistler tarafından yeniden keşfedilmiştir.
Odilon Redon- Crist

15 Mart 2014 Cumartesi

EMPRESYONİZM (İzlenimcilik)
    Zamanın akademik resim geleneğini protesto etmek amacıyla 1874 yılında Fransa’da doğan bir akımdır ve en çok resim dalını etkilemektedir.  Claude  Monet’nin istemeden , öncüsü olduğu akıma verilmesine yol açtığı bu ad, natüralist Batı sanatında yeni bir ‘’görüş’’ü dile getiriyordu. Alışılagelmiş natüralizm, ton ayrılıklarının oluşturduğu renk lekelerine dönüşmüştü.: deniz, gök, gemi direkleri, kayıklar vb. her şey silik izleniml
MONET-Le Havre Limanından Bir Görünüm

er olarak beliriyordu MONET’nin bu resminde(Le havre Limanından bir Görünüm.).
     Bu akım doğadaki unsurların kişinin içinde oluşturduğu izlenimleri, duygusal izleri yansıtmayı hedefler. Doğayı objektif bir gerçek değil, kendiliğinden yarattığı izlenimi resme ( veya edebi esere) yansıtır. İzlenimcilere göre sanatçı doğrudan doğruya gerçeği değil, gördüklerinin kendisinde uyandırdığı duygu ve düşünceyi esas almalı, gerçekçiliği ve nesnelliği ikinci plana atarak, kişisel yorumu ön plana çıkarmalı. Empresyonistleri, Barok sanatçılarından da Romantiklerden de ayıran özellik buydu nesnelerin izlenimlerini vermek istiyordu; belleğimize yerleşmiş olan kalıplardan olduğu kadar, bunların bizde uyandırdığı duygulardan da arınmış salt izlenimleri.
MONET-Saman Yığını
    Kandinsky, Monet’nin ‘Saman yığının’nı gördüğünde üzerinde bıraktığı etkiyi şöyle anlatır. ‘Resme yapılan şeyin saman yığını olduğunu katalogdan öğrendim. Ne olduğunu anlayamamış ve bundan tedirginlik duymuştum. Fakat şaşkınlık içinde, onun beni sarmakla kalmayıp, bir daha silinmeyecek gibi belleğimde yerettiğini ve her  an bütün ayrıntılarıyla birden  bire gözlerimin önünde canlandığını gördüm. Paletin o zaman kadar bana gizli kalan gücünü anlamıştım.  Resimden ayrılmaz bir öğe olduğuna inanılan konunun artık bir önemi kalmamıştı benim için.’
    Doğadan kopan XX. Yüzyıl ressamlarının, Empresyonizm yoluyla soyutlamaya gittiklerini kanıtlayan bu sözler, bir sonraki dönemin Empresyonistler hakkındaki bir yorumuydu. Empresyonistlerin, duyfu, istek  ve kavramlardan sıyrılarak yarattıkları salt duygular dünyası, tabiki soyutlanmış ‘seyirlik’ bir dünyaydı ve bu bakımdan böyle bir yoruma çok elverişliydi. Fakat Empresyonistler hiçte doğadan uzaklaşmış duymuyorlardı kendilerini. Tersine, ışığı kendi başına bir konu olarak alıp, herşeyi ışık görüntüsü olarak göstermekle Rönesans’tan bu yana adım adım keşfedilen doğanın, üzerinde durulmamış bir yanını buladuklarına inanıyorlardı.